Türk medeniyetini anlamak için uçsuz bucaksız bozkırlarda göçebe hayat tarzıyla yaşayan insanı anlamak gerekir. Çünkü Türk medeniyetinin oluşumu Türklerin yaşadığı coğrafi koşullarla direkt bağlantılıdır. Bu bağlamda insanlık tarihinin başında iki çeşit yaşam tarzı vardı ve bu yaşam tarzları iki farklı medeniyetin oluşmasına götürdü. Ağırlıklı olarak hayvancılıkla uğraşan göçebeler bozkır medeniyetini oluştururken, tarımla uğraşan yerleşik toplumlar şehir medeniyetini oluşturdular. Bu iki medeniyet arasında zaman zaman patlak veren çatışmalar yaşansa da aslında bunlar aynı gündüz ve gece gibi birbirini tamamlamaktaydılar. İki medeniyet birbirinden bağımsız gelişmedi, aksine sürekli etkileşim içindeydiler. Yerleşik medeniyetin göçebelere karşı üstünlüğü tamamen ele geçirmesine kadar aslında insanlık medeniyeti dediğimiz işte bu ikisinin birbiriyle etkileşerek ortaya çıkardığı olguydu. Ancak yerleşik medeniyetin üstünlüğüyle tanımlanan son beş yüz yıla baktığımızda insanlık tarihi vahşet ve kıyımla doludur. Peki neden?
Çünkü insanların yaşam tarzı, dünya algısı ve doğaya karşı tutumu onların medeniyetlerinin temelini oluştururlar. Ta baştan iki medeniyetin doğayla ilişkisi farklıydı. Göçebeler doğanın içinde, doğayla beraber iç içe yaşadıkları için onu Tabiat Ana, Yer Ana, Su Ana olarak kabul etmekteydiler. Bilindiği üzere Göktürk anıtlarında Yer-Su kavramı Tanrı sözcüğüyle yan yana kullanılmaktadır. Demek ki göçebeler için doğa çok önemliydi. Onlar bütün evrende muhteşem bir dengenin olduğunun farkındaydılar. Onun için gerektiğinden fazla hayvanları öldürmek, ormanları yok etmek bu dengenin bozulmasına yola açardı. Kısacası, göçebeler kendilerini doğadan ayrı görmüyorlardı, tam tersine kendilerini bu muazzam evrenin bir parçası hatta doğanın çocukları olarak görüyorlardı ve onun için doğayı tıpkı anaları gibi korumaktaydılar.
Yerleşik toplumların doğaya olan tutumu yaşam tarzlarından dolayı göçebelerden farklıydı. Tabii ki tarımla uğraşan toplumlar için de doğa önemliydi. Ancak yerleşik yaşam tarzındaki halklar için tarım ihtiyacından dolayı boş arazi ormandan daha önemliydi. Onun için onlar rahatça hiç çekinmeden bir ormanı yok ederek o yeri tarlaya çevirebilirlerdi. Hatta orman toprağı daha verimli olduğu için özellikle öyle yaparlardı. Konargöçerler için evren bir bütün ve insanlar da o bütünün bir parçası iken, yerleşik yaşam tarzındakiler için evren ikiye ayrılmaktaydı: biz ve doğa. Bu ayırımın sınır duvardı. Başka bir deyişle yerleşik medeniyeti duvar medeniyeti idi. Bu medeniyet geliştikçe insanla doğa arasındaki bu mesafe de artmaya başladı. Onlar dünyayı yerleşim ve kırsal olarak bölüyorlardı. Onlara göre yerleşim medeniyeti ve kültürü ifade ederken, kırsal yaban ve vahşeti ifade etmekteydi. İnsanın amacı doğayı zapt etmek, kendine boyun eğdirmek, ona hükmetmek ve onu köle yapmaktı.
İki medeniyetin doğaya olan bu farklı tutumu onların devlet anlayışlarına da yansıdı. Her ne kadar göçebelerin devletleri işgal ve savaşlarla kurulsa da devlet kurulup, ‘el/il’ ilan edildikten sonra artık bu devletler kendi topraklarında farklı din ve kültürün barış içinde yaşadığı devletler olarak tarihteki yerlerini alıyorlardı. Başka bir deyişle, göçebelerin devletleri hoşgörüsüyle bilinmekteydiler. Hatta onlara göre devlet kurmanın amacı da barışı sağlamak ve huzuru tesis etmekti.
Yerleşiklerin medeniyetlerin devletleri ise insan dışı işkenceleriyle ünlüydü. İlk olarak kölelik kurumu yerleşik devletlerde ortaya çıktı. İnsan insanı hor gördü. Çin, Mısır ya da Roma hepsi köle devletleriydi. Özellikle Avrupalı ‘medeniyet’in gelişmesiyle yerleşiklerin medeniyeti insanlara uygulanan vahşetin en son noktasına ulaştı. Teknolojilerinin sayesinde Avrupalılar diğer halklardan milyonlarca insanı yok etti. Acımasızca diğer insanlara resmen kıyım uyguladılar. Daha çok insan öldürme arayışına girdiler ve sonunda bu amaçla kimyasal silahları ve atom bombasını icat ettiler. Sonunda bütün dünyanın dengesini alt üst ettiler ve hükmettikleri yerlerde zehir ve çöplük bıraktılar.
Göçebe bozkır medeniyetinin en önemli temsilcisi tabii ki Türk medeniyeti idi. Yine de göçebe medeniyetini sırf göçmekten oluştuğunu söylersek yanılmış oluruz. Çünkü bu medeniyet kışla ile yayla arasında gelişmekteydi. Bilindiği üzere Türk devletlerinin yazlık ve kışlık olarak iki başkentleri mevcuttu. Kışla yerlerinde Ötüken, Ordabalık, Besbalık gibi eski Türk şehirleri ortaya çıktı. Ancak yine de Türkler kışladan daha çok yaylayı severlerdi. Çünkü kış ve kışla (Kazakça – Kıs ve kıstaw) kısılmayı, yaz ve yayla (Kazakça – Jaz ve Jaylaw) yayılmayı ve rahatlamayı bildirmekteydi.
Türk medeniyetinin temeli konargöçer yaşam tarzı olduğu için hayvancılık çok önemliydi. Bugün dünyada kullanılmakta olan süt ve et ürünleri Türklerin insanlık medeniyetindeki katkılarıdır. Örneğin, Avrupalılar içinde İngilizlerin sütlü çay içme gelenekleri onların Hindistan’da hüküm süren Babür’ün torunlarından öğrendiği kültürüdür. Sonuç olarak Türk medeniyetini anlamak için konargöçer yaşam tarzını ve hayvancılığı anlamak gerekir.
20.yy.’ın ortasına kadar konargöçer yaşam tarzını koruyan ve hayvancılıkla yakından uğraşan Kazaklar idi. Bundan dolayı Türk medeniyetini anlamak için ilk önce Kazakların dünya algısını incelememiz lazım. Kazaklar yaşam tarzı ve coğrafi koşullardan dolayı ecdatlarının geleneklerini ve bununla bağlantılı olarak atalarının anlayışlarını unutmamışlardı. Kazakların dağı, taşı ve uçsuz bucaksız bozkırları ve hatta gökyüzü ister istemez atalarını hatırlatmaktaydılar. Profesör Orhan Kavuncu’nun iddiasına göre Kazak kelimesi ‘kozğal’ yani ‘hareket et’ fiilinden türemiştir. Eğer bu iddiayı doğru varsayarsak, o zaman Kazaklar göçmekle, hareket etmekle atalar yolunu, atalar mirasını yani Türk medeniyetinin bozulmamış saf halini korumuşlardır.
Öbür taraftan Kazaklar kendilerini bozkırların efendisi ya da hükümdarı olarak değil, bozkırların oğulları olarak tanıtmışlardı. Bu anlayış da Türk medeniyetindeki insanla doğaya bütüncül yaklaşımın devamıdır. Bu anlayışı Kazak şair Kural Kömek şöyle ifade etmektedir:
Men dalanın ulımın, quşağı ken,
Quşağımda Jer-Ana quşamın men.
Sonan keyin ot alıp özderinnen,
Tuwğan jerge qus bolıp uşamın men.
Men dalanın ulımın, Umay anam,
Qursağınan jaralğan Türki Babam.
Uwızınan Umaydın Ulı bolıp,
Jalğastırğan urpağın bükil dalam.
Yani,
Ben Bozkırın oğluyum, geniş kucağım,
Kucağımda Yer-Ana kucaklarım.
Ondan sonra hayat bulup sizlerden
Doğduğum yere kuş olarak uçarım.
Ben Bozkırın oğluyum, Umay anamdır.
Neslinden geldiğim Türk babamdır.
Oğuzundan[1]Umay’ın Ulu olarak
Devam ettirdi neslini bütün bozkırım.
Kazaklar konargöçer yaşam tarzının yani Türk medeniyetinin direkt varisleri olarak bastığı topraklarını, içtiği suyunu, güttüğü hayvanını kutsal sayarak onlara karşı derin hürmet duymaktalar. Bu saygı ve hürmet Kazakların kullandığı ‘iye’, ‘kiye’ ya da ‘pir’ kavramlarında yansıma bulmaktadır. Kazaklar güttüğü hayvanlara ‘Tört Tülük’ adını verirler. Tört tülük dedikleri at, deve, inek ve koyundur. Bunların her birinin ‘iyesi’ ya da ‘piri’ bulunmaktadır. Atın piri, Qambar ata; devenin piri, Oysıl Qara; ineğin piri, Zengi Baba; koyunun piri, Şopan Ata’dır. Kazaklar bu pirler rencide olur, küserler diye hayvanlara işkence etmezler, vurmazlar ve tepmezler.
Sonuç olarak, yaşadığı coğrafi ortam ve uğraştıkları asıl meslek bağlamında bugünkü Kazakların dünya algısı Türk medeniyetinin semantik dünyasını yansıtmaktadır. Kazakların doğaya, dağ-taşa, hayvanlara ve güttükleri sığıra karşı tutumları Türk medeniyetinin dünyayı nasıl algıladığına dair çok somut kanıtlar sunmaktadırlar.
Dr. Dinmuhammed Ametbek